Gözüme vuran güneş ışığı, leş izmarit kokusu içerisinde, kanalizasyon çukurundan beter kokan ağzımın irite edici hissiyle gözlerimi açmaya çalıştım. Yarı uyuyan yarı uyanık bedenime kirpiklerimi birbirinden ayrılamayacak hale getirmiş olan akşamdan kalma maskara kalıntıları yardımcı olmadı. Daha fazla uykuya ihtiyacım vardı. Güneş rahatsız ediciydi ve akşamki eğlencenin ertesi güne bıraktığı muhteşem hediyesi olan baş ağrısıyla henüz baş etmeye hazır değildim. Etrafta su bardağı arandım. Genelde yatmadan önce baş ucuma mutlaka dolu bir bardak bırakırdım. H2O delisi olarak nitelendirilmeme sebep olacak kadar fazla su tüketme potansiyelim vardı ve bir kaç dakika içerisinde gırtlağımdan aşağı damacanayı boşaltmazsam kriz geçirebilirdim. Beynim sus artık!
Henüz gün ve saat algısına kavuşabileceğim noktaya ulaşamamıştım. Neyse ki gözlerimi bile açmayarak mutfağın yolunu bulma süper gücüne sahiptim. Kafamda akşam dinlediğim şarkıların hepsi en yüksek desibelde çalmaya devam ediyordu. Yatağa geri döndüm. O arada birşey ayak tabanımı kesti sanki acıyor. Umrumda değil. Zemine çıplak ayak basmanın verdiği hissi seviyorum. Deniz kenarında yürümek gibi... Ayaklarım bu hobim nedeniyle bolca yaraya maruz kalmışlardır. Zaten o kadar güzel veya estetik ayaklara da sahip olmadığım için bu da umrumda değildi. Günün henüz umursamaların başlaması gereken saatlerine ulaşmadık. En azından ben kendi umursama saatlerime ulaşmadım.
Evden hızlı adımlarla kendini dışarı atmaya çalışan birileri içerde gürültü yapıyordu. Bense kendimi yatakta sağdan sola döndürebilecek kuvvete dahi sahip değildim. Kocaman yatağın hep aynı tarafında yatardım. Diğer tarafı hep boş olsada bi köşesine kıvrılırdım. Hep aynı köşe, hep aynı pozisyon... Bilmem belki de takıntılıyımdır...